1992 yılının 17 Şubatı, sıradan günlerden biriydi benim için, o mavi gözlü askerin bana Binbaşı Süreyya beyin Askerlik Şubesine çağrılma davetini getirdiği ana kadar.
Okul nöbetçi öğrencisi, öğretmenler odasına yanında bir askerle gelip “Öğretmenim bu asker sizinle görüşmek istiyor.” Derse girmek üzere notlarımı hazırlamakla uğraşıyordum, başımı kaldırdım.
Mavi gözleri ışıl ışıl parıldayan sevimli bir bozkır delikanlısı, esas duruşunu bozmadan “Komutanım, sizi şubeye rica ediyor öğretmenim “ dedi. Askerlik şubesiyle komşu olmamıza rağmen, binbaşı ile sadece uzaktan selamlaşırdık.
Bu davete bir anlam verememiştim. “Dersten sonra gelmeye çalışırım “ dememe rağmen, sevgili Mehmetçik aldığı görevi yerine getirebilmenin coşkusuyla: “Binbaşım hemen gelmeniz gerektiğini söyledi öğretmenim “ diyerek kararlılığını gösterdi. “Hayırdır, inşallah!” diye söylenerek Mehmetçiğin koluna girip şubeye doğru yolandım.
Binbaşının kapısını vurarak “gir” komutuyla içeriye girdim. Binbaşı arkası bana dönük duvardaki Türkiye haritasını inceliyordu. “Günaydın komutanım ” binbaşı ağır ağır bana döndü: “Çok özür dilerim sayın hocam, sizi sabah sabah rahatsız ettim. Ne olur beni mazur görün.” sesi titriyordu sanki. Göz göze gelmemeye çalışarak bakışlarını benden kaçırıyordu.
Gözlüklerinin arkasında olmasına rağmen, gözyaşlarını gizliyemiyordu. Sesindeki heyecanı gizlemeye çalışarak ağır ağır sanki kelimelerin üzerinde tonlarca yük varmışçasına zorlanarak konuşmaya başladı: “Ülkemi çok seviyorum hocam “ odadaki hüzünlü havayı dağıtmak için “Ama severken de arada bir hırpalanıyorsunuz komutanım” deyiverdim.
Bir anlık sessizlik oldu, yapmak istediğim şaka pek hedefini bulamamıştı. “Ülke sevgisinin mimarı biziz. Türk çocuğunun yüreğine yurt sevgisinin ilk harcını biz koyuyoruz” diye havayı ısıtmaya çalıştım. Binbaşı zile basıp gelen askere kahvelerimizi söyledi.
Sonra yanıma gelip ellerini omzuma dayayıp boynuma sarıldı. “Elbette sayın hocam, kim inkar edebilir ki bunu. Bakın konuyu size nasıl aktaracağımın sancısı içindeyken siz araladınız kapıyı.” İçimde korkunç bir sancı hissetim acaba? Aman Tanrım…
Binbaşı masanın üzerinden büyükçe bir sarı zarfa uzandı. Üzerindeki çok gizli damgası ilişiverdi gözlerime: “Sevgili öğretmenim size bu paket Genelkurmay Başkanlığı ‘ndan geliyor, içindekiler hakkında bilgi sahibiyim. Ancak bu paketi size yolda vermek zorundayım. Buyrun, isterseniz yola çıkalım” diyerek kapıya yöneldi. “Ne yolu komutanım, şu anda derste olmam gerekiyor. Öğrencilerim beni bekliyor. Müdürümün haberi bile yok burada olduğumdan” diye itiraz ettim.
Yüreğim bu sır dolu görüşmenin heyecanı ile yavru serçe gibi çarpıyordu. Tansiyonum yükselmiş, başıma ince bir ağrı girmişti. Aman Tanrım! Sabahleyin ne kadar mutlu ve neşeli idim. oysa şimdi sır dolu cenderenin içine düşmüştüm. Binbaşı makam otosunun kapısını açıp beni içeriye davet ederek: “Meraklanmayın sayın hocam. Garnizon Komutanı olarak gerekli izinleri ben sağladım. Bugün izinlisiniz. Ama emin olun ki, bugün yapacağınız görev bence sınıfta ders anlatmanızdan daha kutsal bir görev sayılır. “ Sesindeki hüzün bulutları dağılmamıştı, hala gözleri buğuluydu.
Dışarıda buz gibi bir hava vardı ve tipi halinde yağan kardan göz gözü görmüyordu. İlçeye bağlı Salıpazarı beldesine doğru yola koyulduk. Yolculuğun heyecanından mı, yoksa soğuktan mı, bilmiyorum titriyordum. Binbaşı tedirginliğimi sezinlemiş olacak: ” Durumunuzu anlıyorum hocam, sizinle bu onurlu görevi paylaşmak beni de en az sizin kadar heyecanlandırıyor”.
Şehrin dışına çıkmış. Kardan kaybolmuş yolu güçlükle takip ediyorduk. Silecekler cama yığılan karları temizlemeye yetmiyordu. Kendimi kaderin akışına terk ettim.
Ne olup, ne olacağı konusunda bir yorum yapamıyordum arlık. Biraz sonra binbaşı arabayı yolun sağına yanaştırıp durdu. Çantasından tüm bu sırları açıklayacak “Çok gizli” ibareli zarfı çıkarıp bana uzattı. “Hocam gideceğimiz yere kadar bu belgeleri inceleyin. Emanetlerinizle birlikte size veriyorum. Umarın tüm soruların cevabını bulursunuz.” Yola devam etmeye başlamıştık.
Titreyen ellerimle zarfı güçlükle açtım. İçinden bir tomar resim, bir asker künyesi ve “Er mektubu görülmüştür ” kırmızı damga bir mektup kucağıma düşüverdi. Mektubu çabucak açıp heyecanla okumaya başladım.
Saygıdeğer Öğretmenim 24 Kasım 1991, Eruh-Şemdinli
Mektubuma başlamadan önce ellerinizden hürmetle öper. Sağlık ve esenlikler dilerim. Belki beni hatırlamayacaksınız, elbette haklısınız her yıl yüzlerce öğrenci geçiyor elinizden. Ama bizlerin sizleri unutması mümkün değil.
Size kendimi hatırlatmaya çalışayım öğretmenim. 8-C sınıf başkanı Mustafa ÇON.
Hani bir gün sınıfa hacı yağı sürüp gelmiştim. Sınıfın sıcaklığı nedeniyle o yoğun koku tüm sınıfa yayılmış dayanılmaz bir hava oluşmuştu. Siz sınıf öğretmeni olarak o kokunun benden geldiğini bilmenize rağmen beni mahcup etmemiştiniz.
Nereden bile bilirdim? O kokunun bu kadar sorun yaratacağını, çocukluk işte.
Türkiye ‘nin coğrafi konumu ve jeopolitik önemi konusunu işliyorduk bir dersimizde. Siz bize ülkemizin bulunduğu kritik coğrafyanın önemini anlatıyordunuz. Söze Türkiye’yi çok güzel betimleyen bir şiirle başlamıştınız. Bakın hala hatırlıyorum o dizeleri.
” Dört nala gelip uzak Asya ‘dan,
Akdeniz ‘e bir kısrak başı gibi sokulan,
Ve…. İpek bir halıya benzeyen bu memleket bizim. “
*
Ve devam etmiştiniz: “Vatan sevgisi şarkılarda, şiirlerde, türkülerde kalıyor maalesef çocuklar” demiştiniz. “Eskiden analar çocuklarını kına yakarak gönderirlerdi asker ocağına. Ölürsen şehit, kalırsan gazi dön diyerek davulla zurnayla yol ederlerdi. Gençler askerlik yapmadan “ADAM” olamayacağı inancında idiler. Gelinlik kızlar bile tezkere sorarlardı yavuklularına. “.
Ne güzel anlatırdınız, hayran hayran dinlerdik sizi. ” Ama şimdilerde askere gitmemek için bin bir çeşit mazeret yaratmaya başlıyor bazılarımız. Analar çocukları terör bölgesine gitmesin diye torpil arama aymazlığına düşüyor.
Haklıydınız belki. O ünlü pop şarkıcıları bile askerden kaçmak için ne dalavereler çeviriyordu. Çarşaf çarşaf boyalı basın, televole programları bedelli askerlik yapanları gösteriyordu. Televizyonlarda her gün onlarca şehit yollanıyordu terör bölgesinden Anadolu kasabalarına. Bir açmaz içindeydi insanlar.
Ben itiraz etmiştim size “Yanılıyorsunuz hocam. Başkalarını bilmem ama ben gerektiğinde bu cennet vatan uğruna öleceğim! “ diye haykırmıştım. Siz biraz da alaycı bir tavırla: “İnşallah yanılıyorumdur “ demiştiniz.
Ben şimdi daha iyi görüyorum bu cennet vatanı. Cudi dağlarının 2700 metre rakımında, altı haftadır operasyondayız. Cudi dağlarını karış karış taradık. On bir arkadaşım, aynı tayını bölüştüğüm, aynı mataradan su içtiğim, on bir can yoldaşım şehit düştü kollarıma, son sözlerini söyleyemediler…. Sizi anımsadım o an sevgili hocam sizin “Artık uğruna ölmek şiirlerde kalan güzel vatanım. “ deyişiniz geldi aklıma. Posta gününe yetiştirmek ve bu duygularımı paylaşmak isledim sizinle.
Birazdan Gabar vadisine ineceğiz. Bölücü eşkıyaya son darbeyi vurmak için operasyona çıkacağız Allah ‘in izniyle. Gidip dönmemek var. Eğer dönemezsem, komutanlarıma vasiyetimdir: Bu mektubu size ulaştırsınlar. Sizden son dileğim bu mektubu öğrenci kardeşlerimle paylaşın ve onlara bu vatan uğruna ölecek gençlerin varlığını anlatın. Beni unutmadığınızı mezarımın başında dua okuyarak kanıtlayın, inanın sizi göreceğim o meçhul diyardan.
..
Satırlarıma son verirken, saygı ve hürmetle ellerinizden öper, 24 Kasım Öğretmenler Gününüzü en içten dileklerimle kutlarım. Tüm öğrenci kardeşlerime selam eder, gözlerinden öperim.
*
Yüce dağ başını duman bürümüş,
Yine mi gurbetten kara haber var?
Seher vakti burda biri ağlamış,
Çimenler üstünde gözyaşları var.
*
Not: Sayın hocam beni bu dağlarda yalnız bırakmayacak mektuplarınızı bekliyorum.
Aman Allah ‘ım ben ne yapmıştım! Nasıl günlük magazinlerin sahte politikalarına aldanıp bu Yüce Ulus’un çocuklarını nasıl acımasızca taciz etmiştim. Olaylar yerli yerine oturuyordu artık.
Arabanın ani freniyle sarsıldık. Başımı kaldırdığımda her yer bembeyaz olmuş.
Tipi tüm hızıyla devam ediyordu. ” Geldik sayın hocam “ diyen binbaşının sesiyle irkildim.
Çevreme bakındım. Bir cami önündeydik. Çevrede evler bomboştu sanki. Binbaşı arabadan inip cami avlusuna giden merdivenleri tırmanmaya başladı.
Kutsal bir itaatkârlıkla peşinden sürükleniyordum. Mezarların arasından zorlukla ilerliyorduk. Binbaşı biraz ileride bir mezarın başına çökmüş, dua ediyordu.
Dizlerimin bağı çözülmüştü sanki. Zorlukla mezara ulaştım. Artık gözlerime söz geçiremiyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.
Gök kubbe başıma yıkılıyordu sanki. Ağaçlar üzerime üzerime geliyor, başım dönüyordu. Ellerimi zorlukla açıp sevgili öğrencimin aziz ruhuna bildiğim tüm duaları ardı ardına okuyordum. Okudukça yüreğimin ezikliği yatışır gibi oluyordu.
Ne kadar zaman geçti? Bilmiyorum.
Binbaşı omzuma hafifçe dokunup: ” Gidelim, islerseniz hocam “ dedi. ” Nasıl gidilir sayın komutan, mümkün mü? Geldiğimizce gitmek, burada yüreğimden bir parça bırakmışım, nasıl ayrılırım buradan. “
Şehidimin kabrine yığılan karları temizleyerek bir avuç toprak aldım. Öğrencilerimin öğretmenler gününde armağan ettikleri kalemimi sessizce gömüverdim Mustafa ‘mın baş ucuna.
Artık biliyorum orada bir ulu çınar yeşerecek. Yaprakları ay yıldızlar açan ulu bir çınar yeşerecek. Kökleri tarihin derinliklerine uzanan bir ulu çınar. Ruhun şad olsun.